Zirvenin Gerçek Sahipleri
Sabrı Aslışen'in kaleminden ZİRVENİN GERÇEK SAHİPLERİ
İnsanlığa dair köylü kentli farkının köylü lehinde kaldığı o küçük yayla çadırındaki kahvaltı sonrası yola koyulduk…
Parmakla sayılacak kadar esnafın ve birkaç ahşap otelin bulunduğu yaylanın girişinde hizmet veren fırından odun ateşiyle pişmiş sıcacık ekmeklerden beş adet aldık yanımıza… Fırına girmeden önce kapısında duran, yaklaşık 70 yaşlarındaki bir beyin ”Hoş moğtitu (hoş geldiniz), velkome, velkome (hoşgeldiniz), kalite tusa carı’ye velkome (kaliteli sıcak ekmeğe gelin)” deyişi hala kulaklarımda çınlar… Sonradan öğrendik ki yaylaya fırını getiren kişinin torunuymuş kendisi… Sırt çantalarıyla yaylanın içinden geçerken esnaf tarafından benzer seslenişleri de duymuştuk…
Yayla çıkışına kadar peşimizden gelen 10-12 yaşındaki bir çocuğun sırt çantamdan asıldığını fart ettiğimde, Muhammet abime seslendim ve çocuğun bir şeyler anlatmaya çalıştığını ancak ne demek istediğini anlayamadığımı söyledim. Kendisi çocuğu tanıdığını, onun konuşamadığını, Arder çıkışı Kunç yaylasında ninesiyle birlikte yaşadığını, bizi de evlerine davet ettiğini anlatmaya çalıştığını söyledi… Küçük çocuk, yayladaki evlerine varana kadar el kol hareketleriyle bize bir şeyler anlatmaya çalıştı… Ama maalesef hiçbir şey anlayamamıştık. Bizi kapıda karşılayan nine, yerel şivesiyle konuşmaya başlamıştı. ”Ham monta torunum on ya, var asinapen, konuşamayur, affola, hoşi rahatsuzluk vermedi… İrrote böyle yapayur… Bere on ne mu are, neyapacaksun… Turistepe kelvaknen do oğorişa, eve getureyur… Bulme na molazun minci do k’valişa ar msika nosadinapa do ukaçğe eç’opinu şeni kitepete mu tompe söyleyur… Sizda nerenun turisti orertu… Ğoma Alamanepe gelduler, onlara benzeyursunuz… (Bu torunum var ya, kendisi konuşamıyor, kusura bakmayın sizi rahatsız etmedi ya.. Her zaman böyle yapıyor… Çocuk işte ne yapacaksın…
Turistlerin arkasına takılır ve onları eve getirir… Kilerde duran yayla peynirlerinden biraz tattırır ve sonradan da el kol hareketleriyle peynirleri almaları için ısrar eder… Sizler nerenin turistisiniz… Dün Almanlar geldiler, onlara benziyorsunuz…)” sorusu üzerine Muhammet abim “Bo var e benaşkimi, ma Şanguluri, ham cumaşkimi Angvanuri (Ağvan) vorertu…(Yok nine ben Şangul (Donay), bu kardeşim de Ağvan (Seslikaya) köyündeniz..)” der demez, “Hik’u oncğore mayu, osinapu şkuni Türkçe’ti elevunt’ali şani şuri kemalu… Him do şkuni berepe orertu ar k’vali ko moğığatu… (O kadar utandım ki Lazca konuşmama arada bir Türkçeyi de katana kadar canım çıktı… O zaman bizim çocuklar olduğunuz için size yayla peyniri getireyim…)”. Bu konuşmanın akabinde ninemizden yayla peynirini almış, o istemese de bir miktar parayı işitme ve konuşma yetersizliğine sahip torunun eline sıkıştırmıştık… Etkinlik için gerekli olan yiyeceklerimizi de yanımıza alarak yola koyulmuştuk…
Yaklaşık dört saatlik yürüyüşün ardından Kavrun yaylasına vardık… Uygun alanda mezar çadır denilen çadırımızı kurmak için yer belirlerken, uzun boylu hafif kirli sakallı Şerbek Hüseyin lakaplı yaşlı bir amca, yanındaki çoban köpeğiyle yanımıza yaklaşarak “Avini kuçuran tilki gibi ne dolaşayisunuz?” diye sormuş çadır kuracağımızı söyleyince de “Mezara benzer çadir olur mi? Sizin eviniz var.” diyerek ilerdeki evi göstermiş, bizi evine yönlendirmişti. Anlayacağınız bir türlü çadır kuramamıştık… Ama… Şehrin cadde sokaklarında bize semer tipi sırt çantalarımızdan ötürü alay edercesine laf çarpan sözde insanların yerine, lafa gelince köylü, cahil vb. ifadelerle etiketledikleri, yüreği insan sevgisiyle çarpan gerçek insanlarla karşılaşmış; şehirde yaşamanın, okumanın, cehaleti yok edemediğini; okuyamayan, belki de şehre hiç ayak bile basmamış bu insanlarınsa ne kadar cesur, yardımsever, paylaşımcı ve sevgi dolu olduklarını yaşamıştık… Merak edenleriniz varsa belirteyim… Bir gece Mezovit ana kamp yerinde çadır kurup, ertesi gün Kaçkar dağlarının zirvesine de çıkmıştık bu etkinliğimizde… Zirve benim için sadece yükseklik anlamını taşımamıştı… İnsanlığın da zirvesini yaşamıştım…